Yatağından kalktığında saat çoktan öğleyi geçmişti. Odasının
penceresinden baktığında gördüğü karanlık gökyüzü, zaten bozuk olan
moralini daha da alt üst etti. “Keşke,” dedi, “Keşke e-kitaplarda
bahsedilen mavi gökyüzüne uyanabilseydik,” diye iç geçirdi. Çocukluğuna
dair hatırladığı ilk günlerden beri tek uyanabildiği bu karanlık
ortamdı. Anlatılanlara göre, gezegenin atmosfer içeriği değiştiğinden bu
yana, o mavi gökyüzünü gören olmamıştı. Üstelik, 2647 yılındaki büyük
volkanik zincir reaksiyonu sonrasında iyice artan sera gazı etkisi,
solunum destek ünitesiz dışarıya çıkmayı imkansız hale getirmişti. Neyse
ki Birleşik Dünya Hükümeti tarafından yapılan yatırımlarla, artık
göremedikleri güneşten, plazmatik kızılötesi algaçlar sayesinde toplanan
ultraviyole ışınımlarla halen faydalanabiliyorlardı. Her gökdelenin
tepesinde kurulmuş olan bu sistem ile, atmosferin 40.kilometresinin
hemen üzerinde yoğunlaşma gösteren güneş rüzgarlarındaki kızılötesi
dalga boyu frekansındaki enerji, binaların zemininde yer alan
kollektörlere aktarılıyordu. Ardından buradaki konvertörler ile hem
elektrik enerjisi elde ediliyor, hem de füzyon tüpleri çalıştırılıyordu.
Füzyon tüpleri sayesinde de yapay fotosentez ünitelerinde üretim
yapılabiliyordu. Her gökdelen kendi elektriğini, oksijenini, suyunu ve
bitkilerini üretebiliyordu. İnsanlık bu teknolojiyi elde etmeden önce
yaşanan kuraklık ve kıtlık, milyarlarca yaşama mal olmuştu. Bunun
üzerine başlatılan ve yüzyıllar süren yaşanabilir bir başka gezegen
arama çabaları ise sonuçsuz kalmıştı. Büyük umutlarla dış uzayın dört
bir yanına gönderilen, sayıları binleri bulan keşif seferlerinin biri
bile hedefine ulaşamamıştı. İnsanoğlu, tarihin ilk dönemlerinden beridir
içinde taşıdığı ‘Bu evrende yalnız olmadığına dair umudu’ yitireli çok
ama çok uzun zaman olmuştu. Bu uçsuz bucaksız evrende yapayalnızdılar ve
bu eskinin mavi, şimdininse kül grisi küresinden başka gidebilecekleri
bir yerleri yoktu.
Vakit gelmişti. Pencereden uzaklaştı, iş için hazırlanmalıydı artık. Beş
senedir algaç bakım timinde çalışıyordu Burak. Her gökdelende, mevcut
sistemin bakım ve onarımı için kurulan bu timlerde altışar görevli
bulunuyordu. Algaç bakıcısı deniyordu onlara. Önceki gökyüzü projektörel
reklam panolarındaki bakım görevine kıyasla daha kolaydı bu iş.
Ayakları yere basıyordu en azından, dron botlar ile saatlerce havada
kalmak hiç ona göre değildi.
Mikrodalgaya koyduğu besin kapsüllerini hazır olunca alıp sentezörden
doldurduğu bir bardak su ile yuttu. Koruyucu kıyafetlerini giydi, yaşam
destek ünitesini sırtına taktı. Kaskını da alıp holdeki kapsüle
ilerledi. Kabindeki düğmeye basmasıyla bir dakikadan az bir süre
içerisinde çatıya ulaştı. Teknoloji iyi bir şeydi ama bu hızlı kat
kapsüllerindeki ani ivmelenmeler midesini bulandırıyordu. Bulantısının
geçtiğinden emin olunca kaskını taktı ve çatıya çıktı. Kaskındaki
ultraledlerin güçlü ışığı karanlığı anca yarabiliyordu. Yerden
yükseldikçe daha da artan kül ve toz bulutu yoğunluğu, çatıda çalışmayı
bir hayli güçleştiriyordu.
Algaç kontrol panosunun önüne geldi, bilekliğindeki çipi okutarak giriş
yaptı. On inçlik ekrandaki verileri inceledi; ölçümler gayet olağan
sınırlardaydı. Demek ki beklenen güneş fırtınası gerçekleşmemişti. Dünya
üzerindeki bu yeni yaşamın tek kaynağı olan güneş rüzgarları, kimi
zaman çok kuvvetli olabiliyor, bu da algaçları bir süreliğinde devre
dışı bırakabiliyordu. Bu gibi durumlarda sistem kısa bir süre için
yedeği ile idare edebiliyordu ama sadece bir süreliğine. Mevcut
teknolojileri henüz güneş rüzgarı enerjisini bir miktar kadar
depolayabiliyordu. Her gökdelendeki güç tüketimi muazzamdı. Kesinti 10
dakikadan uzun sürerse ne olurdu bilen yoktu ve daha önce hiç başlarına
gelmemişti. Uzun süreli bir kesinti kıyamet demekti; oksijen yok, su
yok, bitki yok, elektrik yok, yok, yok… Ama bu olasılık için bir eylem
planı da yok değildi, bunun eğitimini almışlardı. Defalarca tatbikatını
yapmışlardı. Kesinti uzarsa derhal panik butonuna basacak, sinyal ana
kumanda merkezine iletilecek ve onlar sorunu çözecekti. Nasıl çözdükleri
konusunda bir fikri yoktu, eğitimlerde anlatılmıyordu konunun bu yönü
ama bu devasa teknolojiyi geliştiren ve her gökdelene yerleştiren
Birleşik Hükümet pek ala bunu da kolayca yapabilirdi.
Panelin ekranına bir kez daha baktı, sorun olmadığından emin oldu.
Görevini tamamlamanın verdiği rahatlıkla bina girişine yöneldi. Tam hole
girecekti ki bilekliğindeki titreşimi hissetti. “Kahretsin, yoksa?”
diyerek gerisin geri hızla panelin yanına döndü. Tekrar çipi okutarak
ekrana baktı. Karşısındaki değerler az öncekilerden çok farklıydı.
Rüzgar dedektör ölçümleri kuvvetli bir akıma işaret ediyordu! Demek
beklenen fırtına gerçekten de beklenendi. Ancak panik olmasına gerek
yoktu, ne yapılması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Daha önceleri de
pek çok kesinti atağını başarıyla hasarsız atlatmışlardı.
Yere oturup ekranı izlemeye koyuldu, hemen ardından kırmızı uyarı yazısı
belirdi. Evet işte, kesinti başlamıştı. Hemen saatine baktı, geri
sayımı başlattı. Saniyeler, dakikalar olağandan daha hızlı akıyor
gibiydi. İçindeki o garip endişeyi bastıramadı; ya kesinti uzarsaydı?
Her seferinde aynı hissi duyardı.
Bekledi, çaresizce bekledi. Şimdi yalnızca otuz saniyeleri vardı, bütün
insanlığın. Yirmi dokuz, yirmi sekiz,…,on altı, on beş,…,üç, iki, bir ve
sıfır. Evet sıfır! Ama güç geri gelmemişti. Derhal kapağı açtı,
anahtarı çevirdi ve panik butonuna bastı. Ama beklediği şey olmadı! Sarı
uyarı yazısı gelmesi gerekiyordu ama olmadı, ekran karardı. Niye
olmamıştı ve nasıl olmamıştı? Panik olmaması gerekiyordu ama oluyordu
işte! Oldukça ağır olan bu kıyafetlerin ve kaskın içerisinde terlediğini
hissetti. O kadar sık nefes alıp veriyordu ki kask içinde yerleşik buğu
önleyici sistem ona yetişemiyordu. Buğulu vizörün ardından ekrana bir
kez daha baktı. “Sakin olmalısın dostum, düşün, düşün,” diyerek kendini
telkine çalışıyordu ama nafile. Saatine bir kez daha baktı, ‘-04:37:43’
yazıyordu kadranda. “Lanet olsun! On beş dakika olmuş, on beş!” diye
bağırdı. O an bu sersem kaskı çıkarıp atabilmek, avazı çıktığınca
bağırabilmek için neler vermezdi ama, bunu yaparsa hemen oracıkta
canından olurdu. Yapamadı.
Tatbikatlarda böyle olmuyordu, butona basılır basılmaz ekran değişiyor
ve acil sinyali merkeze ulaşıyordu. O an kadar verdi, ana kumanda
merkezine gitmeli ve onları uyarmalıydı. Demek ki iletişim hatlarında
bir sorun vardı. Algaç panosunu o halde bırakıp içeriye doğru ilerledi.
Hole girip kapıyı kapatınca derhal kaskını çıkarıp derin bir nefes aldı,
alnındaki teri sildi. Hemen gözüne dönüp ana merkezle iletişime
geçmeliydi. Göz deniyordu gökdelendeki dairelere. Herkesin tek odadan
oluşan bir gözü vardı. Tüm dünyaları bundan ibaretti.
Bulantı atağını hiç umursamayarak kat kapsülüne atladı ve aşağı indi.
Sera gazları nedeniyle iyonosfer kullanılamadığı için, kablosuz iletişim
bir hayaldi insanlık için artık. Yalnızca yer üstüne sabitlenmiş,
şimdilerde ise kalın kül tabakasının altında kalmış olan kablolar
sayesinde iletişim sağlanabiliyordu. Gözüne gelince telefona sarıldı,
ana merkeze ulaşmayı sabırsızlıkla bekledi. Uzunca bir süre beklemesine
karşın açan olmadı. “Bir terslik, daha kaç tersliği doğurabilir ki?”
diye düşündü. Telefonu kapadı, yatağının altındaki dron botlarını aldı.
Tam kapıdan çıkarken vizörüne yansıyan göstergeye takıldı gözü: ‘Yaşam
destek ünitesi şarjı %27!’ yazıyordu. “Yeter heralde, yetmeli.” dedi ve
kapıyı kapatıp tekrar holden geçti, kat kapsülüne bindi, çatıya çıktı.
Dron botlarını ayağına geçirip kelepçelerini sabitledi ve hemen
havalandı. Aşağıya bakmamaya çalışarak yükseldi ve ana kumanda merkezine
doğru yola koyuldu. Burası yerleşkenin biraz dışında sayılırdı.
Uzunca bir süredir kullanmamasına rağmen dron botları gayet iyi
çalışıyordu. “Şarjına da hiç bakmadım, umarım yarı yolda bırakmaz.” diye
düşünürken vizörü uyarı verdi: ‘Yaşam destek ünitesi şarjı %13!’ Daha
da hızlandı. Daha önceden tatbikatlar için bir kez geldiği için kumanda
merkezini bulması çok da zor olmadı. Burası, şu ana dek gördüğü en
yüksek gökdelendi. İrtifasını artırdı, vizörünün altimetresinde 2300
metre yazıyorken çatıya ulaştı. Dev algaçın hemen altında yer alan
panoyu buldu ve kapağını açtı. Bilekliğini okuttu ama panel çalışmadı.
Paniği daha da arttı. Bir kez daha buğulanan vizöründen güçlükle
bulabildiği çatı kapısını açtı hole girdi. Hol karanlıktı, hiç ışık
yoktu. Holün hemen başındaki kat kapsülünde de hiç bir çalışma emaresi
yoktu. Kaskını çıkartmış tı ki nefes alamadığını hissetti ve derhal geri
taktı, derin bir kaç nefes aldı. Neler oluyordu? Ana kumanda merkezinde
nasıl enerji olmazdı? Eğer ana kumanda merkezinin gücü bile tükenmişse,
diğer gökdelenler ne durumdaydı? Saatine baktı, şimdi ‘-48:22:14’ vardı
karşısında. Olduğu yere çöktü, duvara yaslandı. “Sadece 58 dakika!”
dedi, “Bir saati bile bulmadan her şey sona ermiş.” dedi.
Tarihin tozlu sayfalarından bu yana, türlü badireleri atlatmayı becermiş
insanoğlunun bu son atımlık barutu tükenmişti bu sefer. Birleşik
Hükümet’in bu son çabası doğa karşısında yenik düşmüştü. Vizörüne baktı,
kalan şarj yalnızca %4’tü ve çok geçmeden o da bitecekti. Maviliği ile
birlikte tüm güzelliklerini yıllar önce yitirmiş bu gezegendeki
insanlar, belki de son nefeslerini alıp veriyorlardı. Kaskının içinde,
yüzündeki terin yerini gözyaşları almıştı.
Bu şekilde ölmek istemiyordu. O anda kendini çatıdan havalandırmayı,
enerjisi tükenene dek yükselmeyi ve ardından dron botlarından sıyrılarak
kendini boşluğa bırakmayı düşündü. Belki kaskını da çıkarır, bu
atmosferde son bir kez derince nefes alabilme hayalini gerçekleştirmiş
olurdu böylelikle… Sonra birden aklına geldi, eski günlerden bir hile…
Filmlerdeki gibi… Ya işe yararsaydı? Projektörel reklam panosunda bir
kez işe yaradığı olmuştu. “Hadi Burak, yapabilirsin!” dedi ve çatıya
çıktı. Şarj göstergesi %2’ye dayanmışken koşar adımlarla panoya
yaklaştı. Sırtındaki destek ünitesinin sol tarafında bulunan fiber
kabloyu çıkardı ve soketi panodaki girişe taktı. Vizördeki ‘Enerji
aktarımı yapılsın mı?” uyarısını gözleri ile onayladı.
Bekledi, ama ekran açılmadı. Hiçbir hareket yoktu, başaramamıştı. Bu kez
işe yaramamıştı. Panonun hemen dibine çöktü, %1 şarjı gösteren kaskını
çıkarıp kucağına koydu. O hep çok istediği derin nefesi almaya çalıştı
ama etrafını saran o kül ve toz bulutu ciğerlerine doldu…
Çok geçmeden, Dev algaçın kontrol panosundaki ekranda bir yazı belirdi: ‘Güç aktarımı başarılı, sistem devrede.’
Ama Burak bunu asla göremedi.